Yeşilin yemyeşil olduğu, sanattan lezzete, mimariden doğaya, her bir şeyi fazlasıyla sunan Baltık’ın küçücük ülkesi Letonya’nın şirin mi şirin başkenti Riga, başkentli duruşuyla bir seyahatten beklediğiniz her şeyi size fazlasıyla sunacaktır…
Yazımın hemen başında söylemeliyim ki Riga, millennial nesli bireyi olarak bana bir şehirden, daha doğrusu bir seyahatten beklediğim tüm doneleri tarafıma fazlasıyla sundu. Mimarisi, gastronomisi, kolay ulaşımı, ucuz günlük yaşamı, deniz dalgası, güzel mi güzel kızları, geniş mi geniş kent parkları, Old Town’ı, estetik sokak araları, hareketli gece yaşamı… İşte saydığım tüm bu özellikler aslında bir kentten beklediklerim. Ve yazarken fark ettim, bir seyahatten beklediklerimin hepsi, Baltık’ın bu küçük ve mütevazi ülkesi Letonya’nın başkentinde fazlasıyla mevcut.
Dünyada, yılbaşı ağacı süsleme geleneğinin ilk olarak Riga’da başladığını biliyor muydunuz? Ben gittiğimde öğrendim. Aslında Riga seyahatimi, tam da tavsiye edildiği gibi bir yaz mevsimine denk getirdim. Üzerime yapışmasından asla rahatsızlık duymadığım ‘3 Gece – 4 Gün’lük tatil geleneğimi, ‘art nouveau’ binalarıyla hayranlık uyandıran Riga’da da sürdürmekten geri kalmazken bu Ortaçağ kenti öylesine sarmaladı ki beni, bir günümü ayırırım diye düşündüğüm Tallin seyahatimi bile iptal etmek zorunda kaldım.
Aslında Tallin’e gitmeyişim biraz da, oraya gidersem dayanamayıp Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye de geçerim korkusuydu. Ki geçerdim, adım gibi biliyorum. Geçmek elbette sorun değil ancak Tallin’di, Helsinki’ydi derken Baltık ve İskandinav coğrafyasının büyüsüne kapılıp zamanında Riga’ya dönememe tedirginliği, bir yandan Riga’yı dolu dolu yaşamama neden oldu.
Letonya aslında Baltık destinasyonu olarak oldukça elverişli bir noktada. 3 saat güneye inerseniz Litvanya’nın başkenti Vilnius’a, 5 saat kuzeye çıkarsanız Estonya’nın başkenti Tallin’e varıyorsunuz.
Neyse, lafı daha fazla uzatmayayım ve ilk kez bu seyahatte uyguladığım ‘günlük anlatım tekniği’ ile karaladığım, Sertap Erener’in Eurovision’da destan yazdığı Riga’ya doğru bir yolculuğa çıkalım.
1. GÜN
TK 1757 sefer sayılı THY’ye ait bir boingle 26 Haziran 2017 Pazartesi sabahı Facebook hesabımdan Atatürk Havaalanı yer bildirimli “İstanbul’dan Riga’ya seyahat ediyor” iletisini paylaştığımda saat 8’i 20 geçiyordu. Kulaklığım, sırt çantam ve içinde ‘yapılacaklar listesi’ ile çantama sığdırdığım materyallerin yer aldığı ‘Seyir Defterim’le birlikte 3 saatlik bir yolculuk sonrası, gri ve koyu lacivert bulutların havada dans ettiği yağmurlu bir Riga gününe ‘merhaba’ dediğimde hava sıcaklığı, daha doğrusu soğukluğu 8 derece idi… Pasaport işlemlerimi tamamlayıp Riga Uluslararası Havaalanı’nın otomatik kapısından dışarı adım attığımda Riga’da saatler 12’yi 10 gösteriyordu.
Bir Haziran gününde böylesine soğuk bir havayı ciğerlerime çektikten sonra tekrar havaalanına geri döndüm ve dönüşte check-in yapacağım noktayı hafızama kazıdım. Aynı otomatik kapıdan bir kez daha dışarı çıktım ve artık Riga ile olan randevuma hazırdım. 2 Euro karşılığında havaalanından şehir merkezine 15 dakikada bir hareket eden 222 numaralı minibüslerden birine bindiğimde Riga’yı bu kadar seveceğim aklımın ucundan dahi geçmiyordu.
15 dakika süren yolculuk sonrası Daugava Nehri üzerindeki modern taş köprüyü geçip ilk durakta indiğimde yolun hemen karşısında ‘Old Town’ bölgesi beni bekliyordu. Bir kuzeyli beyefendiliğinde yolun karşısına geçtim ve Old Town’a bodoslama daldım. Sırt çantamla birlikte hem şehrin en özel bölgesini geziyor, hem de gördüğüm otel ve hostellere girerek fiyat araştırması yapıyordum. Şehrin cazibesine o kadar kapıldım ki, şehrin enerjisinin beni kendine çektiğini fark etmem uzun sürmedi. 2 saatlik birliktelik sonrası sırt çantamdan ve kalın montumdan kurtulmam gerekliliği fazlasıyla ağır bastı ve yapmış olduğum araştırma sonucu kendimi The Aussie Backpakers Hostel’de buldum. Aslında ilk girişte daha burada kalmaya karar vermiştim ancak aklımda soru işareti kalmasın diye 1 saat daha uzattığım yer arama turum sayesinde şehrin genel hatlarını da gözlemleme fırsatı doğdu.
Hafif çiseleyen yağmur altında kalemle çizilmiş Old Town bölgesini seri bir şekilde yalayıp yutup geceyi geçireceğim hostele geldiğimde saat, yerel saatle 16.00’yı gösteriyordu. The Aussie Backpakers Hostel’de beni, rasta saçlarıyla Emils karşıladı. Oda anahtarımı teslim alıp merdivenlerden üst kata doğru yöneliyordum ki Emils hemen ‘Bira mı, kahve mi?’ sorusuyla önümü kesti. Odaya yerleştikten sonra içebileceğimi söylediğimde, ‘Burada adettir. Ya hoş geldin birası, ya da hoş geldin kahvesi… Tercih senin’ diye de ekledi…
Elbette ki birayı seçtim. Arjantin bardağında servis edilen Zelta isimli lokal Riga birasını keyifle yudumladıktan sonra 2 ranzalı odama geçtim. Her yatağa bir şehir ismi verilmiş. Alt katlardan birini boş görünce hemen yerleştim. Yatağımın adı Stockholm idi.
The Aussie Backpakers Hostel, lokasyon olarak birçok ziyaret noktasına yakın. Aynı zamanda enfes lokal biraların da satışa sunulduğu The Aussie Bacpakers Pub’ı da bünyesinde barındırıyor. Gecelik konaklama ücreti 14 Euro. Hoş geldin birası ve sabah birası da dahil. Hostel ve barın tasarımı oldukça güzel. Özellikle kitaplardan yapılan kapı çok yaratıcı geldi.
Kısa bir dinlenme sonrası kendimi bir kez daha ancak bu kez yüksüz bir şekilde Old Town’a attım. Elimde fotoğraf makinesi, Old Town kazan ben kepçe, didik didik gezdim her bir sokağı. Yağan yağmur, bir Ortaçağ masalının platosunu andıran Old Town’ın sokaklarını mükemmel bir kontrasta bürümüştü. Harika korunan yapıların birçoğu tadilattan geçmiş ancak bunu anlamak neredeyse imkansız. Şehrin ilk kurulduğu yer olan ve Vecriga olarak adlandırılan Old Town bölgesinin UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi‘nde yer alması şaşırtmadı tabi. Art Nouveau yapılar gerçekten etkileyici ve görülmeye değer.
* Riga’nın Old Town bölgesindeki bir meydanda sokak resitali
Old Town bölgesinde görülmesi gereken birçok yapı mevcut. St. Peter’s Kilisesi, House of the Blackheads (Kara kafalıların evi), Cat House (Kedili ev), Dome Katedrali, The Three Brothers (Üçkardeşler), Riga Kalesi ve Swedish Gate (İsveç kapısı) bunlardan başlıca olanları.
ST. PETER’S KİLİSESİ:
Old Town bölgesinin en devasa ve en güzel yapılarından biri. Kilise önünden geçerken evlenen çiftlere rastlamanız kuvvetle muhtemel.
HOUSE OF THE BLACKHEADS:
Şimdilerde turizm ofisi olarak hizmet veren kırmızı kiremitli bu yapı çok önceden ‘kara kafalılar’ denen yabancı tüccarların loncasıymış. Beyaz ve sarışın ırkın hakim olduğu Baltıklarda İskandinavya’da sadece zencilere değil, siyah saçlılar da bu şekilde anılıyormuş.
CAT HOUSE:
Bu yapıyı anlamanız için kafanızı göğe doğru dikip kediyi aramalısınız. Zira ben önünden 4 defa geçmeme rağmen beşinci geçişimde fark ettim. Old Town’daki 4-5 meydandan birine çıkan yol üzerindeki binanın tepesinde bulunan siyah kedi figürü aynı zamanda şehrin turistik sembollerinden. Hikayeye göre eskiden bir tüccar, o zamanların Tüccarlar Loncasından kovulmuş. O da buna bozulmuş ve hemen Loncanın yanında bulunan evinin çatısına 2 tane kara kedi heykeli yaptırtmış ve kedilerin de sırtları o Loncaya dönükmüş. Tüccarlar da buna çok sinirlenmişler ve sonrasından yeniden barışmışlar. Nihayetinde de Tüccar sırtı dönük olan kedilerin sırtları yerine, yüzlerini Loncaya doğru çevirtmiş. İşte o günden itibaren bu kediler şehrin simgesi olmuş.
DOME KATEDRALİ:
Old Town’daki en görkemli binalardan biri de Dome Katedrali. Baltıklar‘ın en büyük ibadethanesi olan bu katedral günümüzde çeşitli konserlere ev sahipliği yapıyor.
THE THREE BROTHERS:
İsveç Kapısı’nın karşısında yer alan bu bina, farklı yüzyıllarda farklı mimari özellikler taşıyor. Riga’nın en önemli sembollerinden biri olan ve günümüzde müze olarak ziyaret edilebilen bu binalar Sovyet işgali esnasında büyük hasar görse de aslına uygun olarak restore edilip kentin turizmine kazandırılmış.
* Daugava Nehri, Riga’yı eski yerleşim ve yeni yerleşim olarak ikiye ayırıyor.
Tüm bu yerleri detaylı bir şekilde gezmek ve fotoğraflamak iki saatimi aldı. Akşam yemeği için karnım zil çalmaya başladıysa da saate bakmak yerine göğe baktığım için kendimi sürekli dizginledim. Oysa saat 21.00 olmuş da haberim yok. Havanın kararma işini geç saatlere ertelediği Riga’da gün ışığında akşam yemeği yemek biraz garip geldi tabi. Kendimi hemen ilk gördüğüm bir restorana attım. Şöyle bir menüyü gözden geçirdikten sonra ‘Pie Zupas Lesakam’ yani pancar çorbası sipariş ettim. Aslında Polonya’da bu tür çorbalara fazlasıyla alışmıştım. Kuzeyde, aşure gibi çorbalar meşhur. Asla tek ya da iki malzemeli çorbaya denk gelmedim. Ne buluyorlarsa atıyorlar. İşin ilginci lezzetli de oluyor. Çorbanın ana malzemesi pancar. İri kıyılmış pancar ve havuçla mikslenmiş çorbanın içine dereotu ve nane yaprakları da koymuşlar. Üstüne de bir kaşık süzme yoğurt eklemişler. Çorba ne soğuk ne sıcak. Bu durum sizi yanıltmasın. Lezzet olarak harika. Fiyatı ise; 1.90 Euro.
Üzerine bir de 5.90 Euro’ya küçük boy Galos Astari Pizza sipariş ettim. Biradan sonra pizza da takıntı oldu bende. Her ne kadar İtalya’da kralını yemiş olsam da gittiğim ülkelerdeki pizzaları da tadımlamaya başladım. Sığır kıyması, julyen dilimlenmiş soğan, arpacık soğan, yeşil ve kırmızı biber ile ortaya 1 adet acı sivri biber turşusu. Sığır eti Baltık’larda sık tüketiliyor. Pizza genel anlamda lezzet olarak başarılı. Fiyat 5.90 Euro. Her yemeği de güzelce yedikten sonra epey memnun bir şekilde restorandan ayrıldım. Saat 22.00 gibi hava kararacağının sinyallerini vermeye başladı. Yemek sonrası çöken rehavet ve gündüz yorgunluğu nedeniyle uykum gelse de hava tam anlamıyla kararmadan uyumayı bir türlü kabullendiremedim kendime.
Riga’nın gece hayatının meşhur olduğu yönünde çok şey okumuştum. Gittim, denedim ve okuduklarıma fazlasıyla hak verdim. Oldukça bol seçeneğin yer aldığı Riga’nın gece hayatı gerçekten bir hayli renkli ve hareketli. Sadece gözlem amacıyla teftiş edasında yaptığım kısa ziyaretler sonrası hostelin pub’ına geldim ve yabanmersinli ‘Cranberry Beer’ ve ‘Valmiermuiza Dark’ içtikten sonra harika bir uyku çektim. Bu arada meyveli biraları pek sevmem ancak Cranberry Beer tam anlamıyla Messi…
2. GÜN
Tekil çıktığım seyahatler, öznesi bol cümleli anılara dönüşüyor çoğu zaman. İzmirli Aydın abi de bunlardan biri. Aydın abi, emekli bir subay. Ve 6 ay önce tanıştığı motosiklet ile Avrupa turuna çıkmış. Tesadüf eseri aynı hostelde denk geldik. İnanılmaz bir rota çizmiş kendine.
İpsala’dan başlayıp sırasıyla Yunanistan, İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz’i geçip kuzeye, Norveç’e kırmış direksiyonu. İskandinav ülkelerini arşınlayıp Finlandiya’dan Estonya’ya, oradan da Riga’ya geçmiş. İşte onun Riga molası, hayatımda gördüğüm en çılgın insanlardan biriyle tanışmama neden oldu. Sonraki rotası Litvanya, Ukrayna ve oradan Avrupa’nın ortalarına; Almanya, İsviçre, Hollanda diye devam ediyor. Aydın abiyle ertesi sabah için plan yaptık. Litvanya yolculuğunu bir gün erteledi. Ona, Baltık körfezi kıyısına kurulmuş, Riga’nın sahil bölgesi olan Jurmala teklifinde bulundum. Tereddüt etmeden kabul etti. Jurmala seyahatimi, bir sonraki yazımda anlatacağım için çok fazla detaya girmiyorum.
Jurmala’dan döndüğümüzde saat 16.00 civarıydı. Aydın abi dinlenmeye çekilince ben de kendimi verdim, Riga’nın farklı bölgelerine.
Riga, 1200 yılında kurulmuş yemyeşil bir şehir aslında. Ortaçağ dokusundaki yapıları, yemyeşil parkları ile çok hoş bir şehir merkezi var. İlk durağım, Özgürlük Heykeli (Milda). Letonya’nın en önemli noktasında yer alan Özgürlük heykeli, Letonya’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle 1935’te dikilmiş. 3 yıldızı havaya kaldıran bronz kadın heykelinin üzerinde vatan ve özgürlük yazıyor.
Heykeli biraz geçince, Riga’nın en güzel parkalarından biri olarak anılan parkta günün neredeyse her saati mutlu insanların yer aldığı Bastelkanj’a varıyorsunuz. Burası adeta bir cennet.
Bakımlı ve bir o kadar da yeşil. Etrafta yürüyüşe çıkanları, spor yapanlar, köpeğini gezdirenleri, hatta çimenlere uzanıp güneşlenenleri bile görebilirsiniz.
Hal böyle olunca ben de dayanamıyorum ve hemen çantamdan havlumu çıkarıp seriyorum çimenlere. Parkın ortasından bir çay geçiyor. Hatta bu çayın üzerinde tekne turları bile mevcut.
Yaklaşık 45 dakikamı burada uzanarak geçirdikten sonra Vermanes Bahçesi’ne doğru yol alıyorum. Riga’da park ve meydan kültürü epeyce fazla. Ve bu durum şehre ayrı bir güzellik katıyor. Eğer daha yeşil ve sakin bir yerde vakit geçirmek isterseniz rotanızı buraya çevirebilirsiniz. Bahçe ayrıca satranç meraklılarının da buluşma noktası.
Yeşilliğinden midir, hatta yemyeşilliğinden midir bilemedim, Riga’da en çok ilgimi bu bölge çekti. Bu bölge ayrıca yerleşim yerleri, devlet binaları ve alışveriş yapabileceğiniz birçok dükkanla dolu. Karnımın acıktığını hissediyorum ancak yemekten önce kesinlikle Riga’yı tepeden görmeliyim.
Bunun için de en iyi adres, Radisson Blu otelinin terası. Asansörle 18 kat çıktıktan sonra otelin roof barına varıyorsunuz ve burada sizi Riga’nın enfes panoramik manzarası karşılıyor. Elim başta biraya gitse de bu güzel manzarayı mojito eşliğinde izlemeyi tercih ediyorum ve barın 4 bir köşesini, elimde mojito ile gezerek Riga’ya yüksekten bakıyorum. Güneşin batma niyetine girdiği vakitler harika bir manzara oluşuyor bu noktada. Çünkü akşamüstü güneşi, ki saat 20.30 civarı, 45 derecelik açıyla öyle güzel düşüyor ki şehrin üstüne… Bir mojito daha söylüyorsunuz ister istemez. Bu arada mojito 8 Euro. Evet biraz pahalı. Hele Euro’nun şimdi Türkiye’de 5 TL’ye dayandığını düşündüğümüzde epey pahalı ancak yine de denemeye değer.
Radisson Blu’de yaklaşık bir saat vakit geçirdikten sonra üzerimi değişmek üzere hostele dönüyorum. Hemen sağda, tüm heybetiyle Riga Rus Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Büyük bir kısmı Ortodoks olan Riga’daki en güzel yapılardan biri olan bu kilise 1800’lü yıllarda yapılmış.
Hostele dönüyorum ve üzerimi değiştikten sonra hem karnımı doyurmak, hem de biraz eğlenmek için Ala Folks Pub’a geçiyorum. Old Town bölgesinde bulunan bu mekan, kaldığım hostele de çok yakın.
Ala Folks Pub, Riga’da mutlaka uğranması gereken noktalardan biri. Yöresel yemekler, yöresel içkiler, özelikle de biralar. Tüm garsonlar Ortaçağ kostümlü. Eğer benim gibi şanslı iseniz Ortaçağ eğlencesine denk gelmeniz işten bile değil.
Mekandan ayrıldığımda saat 23.00 civarıydı ve dışarı çıktığımda havanın yeni kararmış olması başta sinir bozucu geldi. Ancak birkaç günümü daha Riga’da geçirseydim buna mutlaka alışırdım. Hostele döndüğümde Aydın abi, envai çeşit biranın yer aldığı pub’da İtalyan Leanardo ile koyu bir sohbete dalmıştı. ‘Cranberry Beer’ımı kaptığım gibi yanlarında dahil oldum ve gece 02.00’ye kadar bira eşliğinde muhabbet ettik.
Stockholm isimli yatağımda uykuya dalmadan önce kendime, “Oğlum, çok özleyeceğin bir şehirdesin haberin olsun” dedim…
3. GÜN
Ertesi sabah erken kalktım. Aydın abiyi Litvanya’ya uğurladıktan sonra sabah kahvesini içip hostelden ayrıldım. Çünkü Riga’da son gecem olduğu için farklı bir hostelde kalıp oranın da havasını koklamak istedim.
Adres, Naughty Squirrel Backpackers. Yeni hostel yeni umutlar diyerek Old Town’daki bir başka hostele geldim ve burada da ‘Welcome Shot’ı ile karşılaştım. Letonyalıların milli içkisi Black Balsam. Burada ortam gerçekten çok çılgın. Riga’da müthiş bir gelenek olarak yorumlayabileceğim ‘hoş geldin içkisi’ burada da beni karşıladı. Ve Letonyalıların milli içkisi Black Balsam ile burada tanışma şerefine nail oldum. Hostel görevlisi Veronika istediğin kadar doldurabilirsin dedi. Tek shot kafi.
Comments
1 YorumCihan
Eki 17, 2018Ala Folkpubs zaten listemdeydi, ama Salve’yi keşfettim bu yazı sayesinde ve rezervasyonumu yaptırdım hemen. 🙂
Günlük şeklinde yazılmış yazıları okumak da çok güzel oluyor. Çok güzel bir yazıydı. Teşekkürler.