Bu bir tanıtım ya da keşif yazısı değildir. Bu bir, ruh halidir. . .
Barcelona’da zamanım kısıtlı. Gündüzün yarısını şehri yürümekle, diğer yarısını da Messili, Neymarlı (henüz PSG kancasına takılmamış), Suarezli, Iniestalı ve yedek Ardalı (ne alakaysa) futbol takımının resitalini izlemekle geçirdim.
Şansım yaver gitti ve 100 bin kişinin aynı anda maç izleyebildiği Camp Nou’da milenyumun en fantastik takımını izleme fırsatım oldu. Hatta Messi ve arkadaşları gol sevincini 20 metre kadar önümde yaptı da az daha ben de atlıyordum üstlerine.
Camp Nou’dan sistematik bir şekilde çıkmanın verdiği gariplik haliyle etrafı gözlemliyorum. Kalabalık, ama sistematik.
Hava karanlık. Camp Nou’daki ışıltıdan sonra Barcelona sokak araları gözbebeklerimin büyümesine neden oluyor.
İlk durağım bir büfe. Ancak etrafın kalabalıklığından olsa gerek gözüm yemiyor. Madrid Caddesi üzerinden yürüme planımı, kendimi tenha bir sokağa atarak iptal ediyorum.
Barca taraftarlarının yoğunluğu giderek azalıyor. Yoğunluk azaldıkça ben daha da yükseliyorum.
Kalabalığın kafa kaçırma gibi bir etkisi var.
Biraz sakinlik iyidir. Hele Barcelona sokaklarında…
Dalıyorum sokak arası bir markete. “Bira” diyorum. “Bira lütfen.”
O ana kadar takındığım tüm İspanyolluğum, adamın bana boş boş bakışlarıyla son buluyor. “Bira diyorum bayım, bira… Cerveza.”
Sonunda anlaşabildik. Nereden mi anlıyorum? Tabii ki göz temasımızdan. Bana boş boş bakmaya devam ederek kaş göz yapıp sol çaprazımdaki dolabı gösteriyor. Yani diyor ki; “Orada işte.”
Beyefendiye hiç tutulmadan dolapta en soğuk olan birayı kapıyorum: San Miguel…
Ne bira ama… Adamlar dini liderlerinin adını biraya vermiş. İçiminde bir kolaylık var, sanırsın Messi, Deportivo defansını ip gibi sıraya dizmiş. Lıkır lıkır gidiyor meret.
Telefonun navigasyonunu kapattım. Kafaya koydum. Kaybolacağım.
Biranın dibini gördüğümde, birayı aldığım sokaktan uzaklaşmış değildim henüz. Hemen geri dönüyorum. Bizim marketçi beni karşısında görünce şaşırmıyor değil. Kendisinden, “Gene geldi” bakışını yedikten sonra hiç kendisiyle muhatap olmuyorum. Biraların yerini bildiğim için hemen dolaba yöneliyorum. Çekiyorum oradan demir gibi iki tane daha San Miguel. Tam kasaya gidiyorum parayı uzatacağım, geri dönüyorum. Bir tane de Estrella çekiyorum. Beyefendide bakışlar tüm garipliği ile devam ediyor. 3 bira için 3,85 Euro ödedikten sonra hiç marketçi abimize ‘Buenas Noches’ bile demeden 15 Cent’i de tezgâh üzerinde bırakıyorum ve biraları kaptığım gibi ayrılıyorum marketten.
Gaudi’nin ilmik ilmik işlediği sokak aralarında, kulaklığım takılı yürüyorum. İlk birayı hızlı içtiğimden olsa gerek ikinci birayı daha yavaş, daha dingin içmek istiyorum nedense. Dolayısıyla ekstradan aldığım iki bira da yük olma görevi üstleniyor sol elimde. Bir de çabuk ısınacakları aklıma düşünce geri dönüp biraları bırakma kararı alıyorum.
Bu; marketçi beyefendiyle 15 dakika içinde üçüncü buluşmamız olacak. Tam kapıyı aralayıp içeri gireceğim, vazgeçiyorum. Tabi bu vazgeçişi marketçi de görmüyor değil. Sırf Türk – İspanyol dostluğunu bozmamak adına son dakika içeri girmekten vazgeçip geri dönüyorum.
Hiç arkama bakmadan sokak boyunca yürüyorum. 50 metre ilerleyip arkama baktığımda, tüm garipliği ile birlikte marketçinin bana pis pis baktığını görmem, adımlarımı hızlandırmama yetiyor.
Olsun…
Biraları içeceğiz artık sıcak sıcak.
Tabii ki hayır. O biralar sıcak içilmez!
İlk San Miguel’i bir dikiyorum. Dibindeki acımsı tadı almamla birlikte hem kutuda hem de bende bir rahatlama oluyor.
Vakit geçirmeden ikinci San Miguel’i açıyorum. O kutu biranın ‘ças’ diye sesi yok mu… Telefon melodisi yapasım geliyor.
Sol elimle San Miguel’i içerken sağ elimde Estrella hala duruyor. Onun her saniye ısınıyor olduğunu bilmek beni fazlasıyla rahatsız ediyor.
Ne mi yapıyorum?
San Miguel’i hızlı hızlı içiyorum. 2 dakika içinde o acımtırak tadın mutlu sonlu sesi kulağıma çalıyor.
Yaklaşık yarım saatte içtiğim 3 San Miguel sonrası şöyle bir sorunum var:
Neredeyim ben?
Kaybolacağız diye navigasyonu kapadık tamam. İyi de yarım saatte 2 sokak öteye gidebilmişim arkadaş.
Şimdi çakırkeyf bir bedene tutuşturulmuş bir Estrella ile yüksüz bir şekilde dolaşıyorum Barcelona sokaklarını.
Işıltılı bir cadde görüyorum.
Girmek ya da girmemek ikilemi sonrası çok ışıltılı olduğuna kanaat getiriyorum ve burayı pas geçiyorum. Karşıma bir havuz çıkıyor.
Havuza biraz yaklaşıyorum.
Daha da yaklaşıyorum.
Güzelmiş.
Geri dönsem iyi olacak.
Karşı kaldırıma geçmek zaman almıyor değil.
Şu binaya kar yağdırmışlar.
Yakından görmek isterim.
Bi’ bakayım.
Bu da güzelmiş.
– Şu ışıltılı bina ne binası bayım?
– …
– ???
– ???…
– Peki.
Yürümeye devam.
Nerede miyim? Şu ışıltılı ev Gaudi’nin evi olsa gerek.
Kesinlikle öyle.
Çok da güzel.
Biraz flulaşıyor muyum?
Evet sanırım öyle.
Sanırım mı?
Bildiğin öyle!
Bir taksi tutuyorum.
– Şu sağda ineyim!
La Rambla’da yürüyorum.
Kafam net, gözlerim flu…
Biraz daha flulaşıyorum.
Biraz daha…
Ve biraz daha…
Peki ya şu ışıklar?
Şu ışıklar diyorum?
Neler oluyor? Siz de kimsiniz?
Neyse şu KFC’de bir elimi yüzümü yıkayayım da kendime geleyim…
Neyse biraz daha iyiyim…