Aslında her ne kadar İstanbul’la özdeşleşmiş olsa da bir Edirne yanı da vardır Orhan Veli’nin. Belki yaşasaydı, bir zamanlar gözleri kapalı bir şekilde dinlediği İstanbul’dan koşar adım uzaklaşır ve yaşamını, Edirne’de ya da askerliğini yaptığı Saros’ta bir yerde geçirirdi.
Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat Horozcu ile birlikte başlattığı ‘garip’ akımı bir yana dursun ‘garip’ bir şekilde hayata veda edişi daha çok iz bırakmıştır çocuksu hallerimde. 1950’de, 36 yaşında Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı. İki gün sonra İstanbul’a döndü. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırıldı. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve Kanık’a alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulandı, ancak beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşıldı. Aynı akşam sekizde komaya giren şair gece 23.20’de komadan çıkamayarak Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata veda etti.
Türk edebiyatında ‘bir şiir ihtilalcisi’ olarak anılan ve geleneksel şiir biçim ögelerini reddederek, hatta dışlayarak Türk şiirine şekil anlayışından uzak bir anlayış kazandıran Orhan Veli’nin yaşamı boyunca yazdığı, yayımlanan ve yayımlanmayan şiirlerinin yer aldığı “Bütün Şiirleri” isimli kitabını 2005 yılında, Çanakkale’de üniversite okurken almıştım. Şiirlerindeki sadelikten olsa gerek ortaokul ve lise yıllarında büyük bir iştahla takip ettiğim Türkçe ve Edebiyat derslerinde en çok O’nun şiirleri dikkatimi çekerdi. Bu kapsamda üniversiteli olmanın verdiği özgüven ve marjinallikle birlikte bugün hala Çanakkale Barlar Sokağı’ndaki yerinde duran Divit Kitapevi’nden Orhan Veli ve Cemal Süreya’nın şiir kitaplarını satın almıştım.
Ve işin tuhafı bir gün okurum ümidiyle o iki şiir kitabı önce kitaplığımda bir dekor, sonra da yatak altındaki bölmemde aylık periyotlarda tozları alınan eşyaya dönüştü. Taa ki Gizem’le bir yolculuğa çıkana kadar… Yazmaktan okumaya vakit ayıramadığım bahanesini ilk kez o bu kadar gerçekçi vurmuştu yüzüme. Çünkü kitap okumayışımı, ‘yazmaktan okuyamıyorum’ bahanesi arkasına saklamış ve bu bahaneyi hep bir kalkan olarak kullanmıştım. Hatta öylesine inandırmıştım ki kendimi buna, yazmak ve okumak fiillerinin aynı cümlede buluşması gibi aynı bünyede buluşmasının zor olduğunu düşünmemden olsa gerek, kendimi ya ‘yazacağım’ ya da ‘okuyacağım’ kalıpları arasına sıkıştırmıştım. Oysaki insan okurken de yazabileceği gibi yazarken de okuyabilirdi. İşte Gizem bana belki birçok kişi için basit ancak benim için büyülü olan bu fikri aşılarken yanında bir de bonus armağan etti: Bir kitabı, şiir kitabıyla aynı anda okumak!
Uzun bir aradan sonra, yazma bahanesini de bir kenara koymamla birlikte yeniden okuma alışkanlığıma geri dönmek ve bunu şiir kitaplarıyla süslemek gerçekten çok keyif verici ve ben ilk sınavımı, taa öğrencilik yıllarımdan bu yana hayranlık duyduğum Orhan Veli ile vermiş olmanın sevincini yaşarken, geçtiğimiz hafta (Kasım 2018) özel bir anımı yıllar sonra tekrar yerinde hissetmek için gerçekleştirdiğim Çanakkale seyahatim sırasında kitabı raftan aldım ve çantama koydum. İşte Çanakkale’ye giderken okuduğum şiirler arasında öyle güzel tesadüflere denk geldim ki…
Levent Yüksel’in seslendirdiği Dedikodu şarkısından tutun da ortaokul sıralarında ezberlediğim Anlatamıyorum şiirine kadar hepsiyle yeniden tanıştım. Edirne’den Çanakkale’ye otobüsle giderken adım adım karşıma çıkan “Edirne” temalı şiirler ise öylesine içime işledi ki…
Çanakkale’ye varır varmaz ilk işim Barlar Sokağı’na gitmek oldu. Divit Kitapevi ise hala aynı yerindeydi. Tıpkı 14 yıl öncesi gibi…
Gizem’e en kalbi teşekkürlerimle…
NAHİT HANIM
21.8.1942
Cumhuriyet Hanı’nda;
Ne güzel bir geceydi!
Sabaha karşı yağmur yağdı.
Güneş doğdu, ufuk kana boyandı;
Çorbam geldi, sıcak sıcak;
Kamyon geldi kapımıza dayandı.
Karnım tok,
Sırtım pek;
Ver elini Edirne şehri.
Bu şiirin bir de orhanveli.net’te şöyle bir hikayesi var:
Keşan isimli bu şiirinden anladığımıza göre Orhan Veli Edirne’ye giderdi. Ne için mi? Bunu Sabahattin Eyuboğlu’nun, ölümünün ardından Mahmut Dikerdem’e yazdığı mektupta görebiliriz:
“Orhan’ı şimdi İstanbul’da arayıp da bulamamak mümkün mü Mahmut? Sahiden hiçbir yerde bulunmaz mı dersin? Lambo’da? Balık Pazarında? Öyleyse Sarıyer’e gitmiştir… Yahut Edirne’ye, Nahit Hanım’a…”
Aynada başka güzelsin,
Yatakta başka;
Aldırma söz olur diye;
Tak takıştır,
Sür sürüştür;
İnadına gel,
Piyasa vakti,
Muhallebiciye.
Söz olurmuş,
Olsun;
Dostum değil misin?
Söz şiirinde lafı geçen Piyasa Vakti’nin özel bir anlamı olduğunu söyleyebilirim. Edirneli bir dostum, akşamüzeri kızlı erkekli grupların, süslenerek, şehrin bir sokağında gezintiye çıktıklarını ve buna da Piyasa Vakti dendiğini söylemişti. O zaman buradaki kişi için de “Nahit Hanım’dır” diyebiliriz…