Şu Yunanistan’da hayranlık, gereksinmenin sağlam bir çiçeğidir. Ölmeden Ege Denizi’ni gezen insana ne mutlu diye düşünüyordum…
N. Kazancakis / Zorba
Elbette her deniz güzel, her deniz mavi ama Ege bir başka… Biliyorum bu konuda böyle düşünen tek ben değilim. Ege’yi seven, Ege’yi düşleyen, sadece emekliliğinde değil, aktif çalışma hayatı içindeyken bile Ege’ye yerleşme hayali kuran, kısaca Ege’yle arasında ‘ince’ bir mesele bulunan çok sayıda insan tanıyorum.
Milyonlarca yıl önce Akdeniz’in Egeid karasını sular altında bırakması sonucu oluşan, Yunan mitolojisinde onlarca savaşa ve hikayeleri günümüze kadar ulaşan ölümsüz aşklara şahitlik eden Ege Denizi benim de gönül hanemde bambaşka bir yerdedir. Ki neredeyse her fırsatta kendimi ya Ege’nin herhangi bir köşesinde -özellikle Kuzeyi- ya da Ege’ye gitme planları yaparken bulurum. Gerçekten de, ölmeden Ege Denizi’ni gezen insana ne mutlu…
– Geçmişi neden bu kadar özlüyorsun?
+ Çünkü mutluydum.
– Peki neden zamanın bu kadar hızlı geçmesini çok istiyorsun?
+ Belki tekrar mutlu olurum.
İşte bu kısa diyalog, “bizim büyük çaresizliğimiz” olarak adlandırılabileceğimiz kitlesel mutsuzluğumuzun monoloğu. Mutlu olduğumuzu kavramamız genellikle zordur. Onu yaşarken pek anlayamayız fakat aradan bir süre geçtiğinde ve dönüp arkamıza baktığımızda, biraz hayranlıkla ve biraz da şaşkınlıkla ne kadar mutlu olduğumuzun farkına varırız. Kazancakis, “Ben bu Girit kıyısında mutluluğu yaşıyor, üstelik mutlu olduğumu da biliyordum” diyor. Yani mutluluk kavramını geçmiş ve gelecek zamandan ayırıp şimdiki ana oturtuyor. Hepimizin bildiği birçok öğretiyle eşdeğer bir inanç. Aleksis Zorba ise, “Mutluluğun basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangal ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız tüm bunların mutluluk olduğunu anlayabilmek için basit bir kalbe sahip olmak gerekiyordu.” diyor.
Mutlu olduğunuzu fark edebilmek alışkın olduğumuz bir davranış biçimi değil. Bunun için zihnin ruhla bir araya gelmesi gerekiyor. Ve böylece bu farkındalık halini benmerkezine yerleştiren bir zihin, ışıldadıkça ışıldıyor.
Ege’yle tanışıklığımız 90’lı yılların başına dayanıyor. Bugüne dek hep “ilk görüşte aşk” vizyonu yüklediğim bu tanışıklık aşkın, tek bir duyuya indirgenemeyecek denli efsunlu bir delilik hali olduğunu öğretti bana zamanla. Görmek, duymak, tatmak, hissetmek ve -bana göre- en önemlisi; koklamak… Üç harften oluşan ve beş duyuya hitap eden ikili bir delilik…
Ne zaman gözlerim Ege’nin maviliğine bulansa ve ne zaman rüzgar, iyot kokusunu genzime ulaştırsa, “ten ve haz” kelimelerini aynı cümle içinde kullanmaya başlarım. Ve ne zaman Eceabat’tan vapura binsem, martılar eşliğinde bir şölene dönüşen yarım saatlik deniz yolculuğum esnasında hep şu cümleyi kurarım: “Ruhum! Şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun. Şimdi seni tene götürüyorum.”
“…
Büyülü bir ikindi,
Geminin güvertesinde, çabucak çizilmiş.
Dört bir yanımda Ege Denizi…
Şimdi ruhum, onu zamanın içinden çekip uyandırınca,
Daha da yakışıklı geliyor bana, zaman içinde…
Tensel hazzı gönlümce bulup koruduğum bütün bunlar çok eski,
Çok…
Çiziştirilmiş kâğıt, gemi ve ikindi…”
K. Kavafis
Kazancakis’ten Kavafis’e, imbat esintili bir geçiş sonrası Ege’yi görmenin de hazzıyla ağzımdan Zorbavari şu kelimeler dökülüyor: Bu deniz kıyısında iyiyim. Beni rahat rahat alıyor burası. Hiçbir şeyim eksik değil ama şu istek beni yiyor: Ölmeden önce, elimden geldiği kadar çok toprak ve deniz görmek.
Ve güneş tepede yontulmamış elmas gibi parlıyordu. Güneş yükseldikçe ruhum yükseliyor, parladıkça da ışıldıyordu. Bilinmez bir kumsal bulma hevesiyle ilerledikçe ruhumun daha da temizlendiğini ve yüceldiğini anlıyordum. Ve şöyle söylüyordum: Yol budur…
Yunanistan’ın kraliçesi Eleni Vitali, Epta şarkısında “İşte o zaman sana, Yunanistan sahillerini anlatan şarkılar söyleyeceğim” diyor ve tüm içselliği ile derinlerdeki bir duyguyu harekete geçiyor…
Me agápi…