Hani ulaşılması zor sevdalar vardır, uzaktan sevilen kadınlar, dokunmadan tek başına yaşanılan aşklar… İşte haritanın o en güneyinde “yaşamak” fiilinin hakkının sonuna kadar verildiği o çivit mavisi renkli adaya, mavi düşünceli bir adamın tutkusudur benimki. Her ne kadar Anthony Quinn’in muazzam oyunculuğuyla can verdiği 1964 yapımı siyah-beyaz çekilen Zorba the Greek filminde bu mavilikten eser olmasa da biliyorum ve inanıyorum ki Girit, heybesindeki mavilerin en güzel tonlarıyla beni bekliyor.
Aslında Zorba’ya benzer bir şekilde hayat süren, dizginlerinden kurtulmuş pek çok insan dünyadan gelip geçmiştir. Ancak Zorba’yı diğer insanlardan ayıran; bu fütursuz, bohem yaşam tarzını bilerek ve isteyerek tercih etmiş olması ve bu yaşam tarzına tecrübelerinden, hatalarından, karşısına çıkan insanlardan dersler alarak bir mana katması ve kendi öğretisini oluşturması.
Biz, arafta yaşayan tarihin ortanca çocukları olarak tam anlamıyla ne entelektüel bir “kitap faresi” ne de özgür ruhlu, kuralsız, yarınsız bir Aleksi Zorba olabiliyoruz. O yüzden Zorba sizi, karaktere imrendirirken hayatınızı da sorgulamanıza yol açıyor. Zorba, sizi değişmeye zorlamaktansa sadelikle ve basit bir düşünceyle bunun mümkün olabileceğini gösteriyor.
Değişim, belki de hiç beklemediğiniz anda kapınızı çalar. Bunun için de bazen bir anı, bazen bir öğreti, bazen bir insan gerekebileceği gibi bazen de hiçbir şey gerekmez. Zorba’nın okurda bir aydınlatma yaratması elbette mümkün ancak bunun için basit bir kalbe sahip olmak gerekiyor.
Balkan Savaşları sırasında da kilit bir nokta olan Girit, Ege ve Akdeniz’i bir ilmik düğümü gibi birleştirir, hatta ayrılmasınlar diye de sıkı sıkıya tutar. Ege’nin ve Akdeniz’in birbirine olan sevdasının bazen zoraki bazen de iyi niyetli birleştirici ruhudur belki de Girit… Maviye, dört taraftan suyla çevrelenmeye, sadeliğe, zeytin ağacına, şaraba ve en güzeli de basit düşünmeye hayransanız, Zorba ve Girit ahengin, uyumun, doğal dengenin fevkalade birleşimi adeta. Gitmeden, görmeden, yaşamadan, hatta koklamadan rüzgarına kapıldığım çivit mavisi renkli deniziyle Girit’le bir gün görüşmek ümidiyle…
Bir hayat rehberi, kaşifi, hatta filozofu olan 65 yaşındaki bir adamın bize vermek istediği, bugün de geçerliliğini sıkı sıkıya koruyan hayat öğretileri…
Yitirmeden yaşamın değerini bilenlere…
-
Birden sanki Girit’in çivit mavisi denizi çalkalanıyor ve beynim toplanıyor. Sözler, gülüşler, rakslar, sarhoşluklar, ikindi üstleri alçak sesle konuşmalar… Her an beni karşılıyormuş gibi, her an bana veda ediyormuş gibi dikilen yusyuvarlak, canlı, çekingen gözler…
-
Kendini kurtarmanın tek yolu, başkalarını kurtarmak için çabalamaktır.
-
İnsanın ruhu sırf çamurdur; işlenmiş, hala kaba kıyım doğranmış becerilere sahip, yontulmamış bir çamur.
-
Ruhum! Şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun. Şimdi seni tene götürüyorum.
-
Şu Yunanistan’da hayranlık, gereksinmenin sağlam bir çiçeğidir. “Ölmeden Ege Denizi’ni gezen insana ne mutlu” diye düşünüyordum.
-
Bu dünyanın birçok zevkleri vardır: Kadınlar, meyveler ve düşünceler… Ama tatlı bir sonbahar vakti her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak… Sanırım ki cennette bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur.
-
Eğer Tanrı varsa o zaman çuvalladık değil mi? Beni gökyüzünden dikizleyip gülmekten katılıyordur.
-
Girit diye mırıldanıyordum… Girit… Ve yüreğim hızla çarpıyordu. Şu Girit toprağında her taşın, her ağacın trajik bir tarihi vardır.
-
Baharat, soluk aşk mektupları, eski tuvaletler ve benzeri şeylerle dolu eski bir sandığı açıyormuşuz gibi, o da bize kalbini açmaya başlamıştı.
-
Kişilik kaybolur, yüz silinir, genç ya da moruk, güzel ya da çirkin hepsi anlamsız bir değişikliğe uğrardı; her kadının arkasında Aphrodite’in onurlu, kutsal ve sır dolu yüzü belirirdi.
-
Fakat biz, lezzetli mezelerden hoşnut, yamyamlar gibi yavaş yavaş yiyor, siyah şarabı içiyor ve gümüşlü zeytin dalları arasında, şimdi batan güneşin karşısında gül rengini alan denizi seyrediyorduk.
-
Gökyüzü ile toprağın, kadın ile erkek gibi birleşerek çocuk yaptıklarını, ilk çağlardaki gibi birleşmekte olduklarını anlıyordum.
-
Mutluydum; biliyordum bunu. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur ancak o geçip de arkamıza baktığımızda, birdenbire biraz da hayranlıkla ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız. Ama ben bu Girit kıyısında mutluluğu yaşıyor, üstelik mutlu olduğumu da biliyordum.
-
Her şeyin ruhu var; odunların da, taşların da, içtiğimiz şarabın da, bastığımız toprağın da… Hepsinin, hepsinin patron…
-
Mutluluğun basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangal ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız tüm bunların mutluluk olduğunu anlayabilmek için basit bir kalbe sahip olmak gerekiyordu.
-
Kadın anlaşılmaz bir şeydir ve gerek uygarlığın, gerekse dinin bütün yasaları yanılmaktadır kadın konusunda.
-
Denizin bir ucundan öbür ucuna, ne insan ne sandal yelkeni ne de bir kuş var. Yalnız, açık duran küçük pencereden toprak kokusu giriyor içeri.
-
Kalbimde birikmiş bütün acı anılar, dostlardan ayrılışlar, yitirilen kadınların gülümseyişi, kendileri de kelebekler gibi yolunup yalnız kurtları kalan umutları hatırlarım. Bu kurt, kalbimin yaprakları üzerinde sürünüp onları yer.
-
Benim buradaki sevincim çok büyük. Çünkü çok çok basit şeylere seviniyorum. Sevincim, dayanıklı nesnelerden fışkırıyor; temiz hava, güneş, deniz ve kepekli ekmek…
-
Yani şunu bilmelisin ki patron, Tanrı büyük bir arhont’tur, büyük bir beyefendidir. Beyefendilik demek de bağışlamak demektir.
-
Yüzyıllık yasaları oldu bittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.
-
Ay artık batmaya başlamıştı; yusyuvarlak ve soluk renkteydi; denize, anlatılmaz bir tatlılık yayılıyordu.
-
Mallarmé’nin şiirlerini aldım. Yavaş yavaş, rastgele okudum. Kapadım, yine açtım ve attım. Bütün bunlar, bugün ilk kez bana kansız, insanca kokusu olmayan şeyler gibi geldi; mavi boyaları kaçmış, havada duran boş sözler!
-
Yaratıcı parıltısını yitirmiş dinlerde ilahlar, insanların yalnızlığını ve duvarlarını süslemek için nasıl ozanca süslere ağırlık verirlerse, bu şiirlerde de durum öyleydi.
-
İnsanın ruhsal acıları her zaman, her uygarlığın sonunda, çok ustaca hokkabaz oyunlarıyla –arı şiir, arı müzik, arı düşünce– biter.
-
Her din ve sahtekarlıktan öksüz kalmış, artık hiçbir şey beklemeyen, hiçbir şeyden korkmayan son insanın tüm toprağı, ruh halini almıştır ve ruhun artık beslenmek için köklerini salıp emeceği yer yoktur.
-
Son insan da kendini boşalttı; artık ne tohum ne gübre ne de kan. Her şey sözcüklere dönüştü.
-
Biz daha başlangıçtayız; yemedik, içmedik, yeter derecede öpmedik, daha yaşamadık bile.
-
Zorba bir taşa çarptı, taş aşağılara yuvarlandı gitti. Hayatında bu kadar hayranlık verici bir görüntüyü ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıkla durdu; dönüp bana baktı. Sonunda bana, “Hiç dikkat ettin mi patron, taşlar varlıklarına inişte sahip oluyor” dedi.
-
Bu deniz kıyısında iyiyim, beni rahat rahat alıyor burası; hiçbir şeyim eksik değil ama şu istek beni yiyor: Ölmeden önce, elimden geldiği kadar çok toprak ve deniz görmek.
-
Ben, her insanın ayrı bir kokusu olduğuna inanırım: Biz bunu anlamıyoruz, çünkü kokular birbirine karışıyor, hangisinin senin, hangisinin benim olduğunu bilemiyoruz; yalnız havanın pis bir koku yaydığını anlıyor; buna da insanlık adını veriyoruz.
-
“Ee ulan Zorba,” diyordum, “ne zamana kadar yaşayacaksın ve burun deliklerin ne zamana kadar açılıp kapanacak ulan? Havayı koklamak için az zamanın kaldı zavallı! Derin soluk al!”
-
Her insanın bir cenneti vardır; senin cennetin kitaplar ve büyük mürekkep damacanalarıyla dolu olacak; bir başkasınınki konyak, ouzo ve şarap varilleriyle dolu olsa gerek; birininki de yığınla İngiliz lirası.
-
Bütün gece portakal ağaçlarının altında dolaştım. Sıcak bir rüzgar esiyordu. Açık olan göğsüm rüzgarla şişmişti. Kulağımda bir dal fesleğen vardı. 20 yaşında bir köylü çocuğuydum; portakal bahçesinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor ıslık çalıp bekliyordum.
-
Hiç kuşkum yok, salgılarıyla sarılmış tırtıllar da, sırtlarında iki yara gibi kanatlarının açıldığını duyarken tomurcukların kabardığı bugünlerde aynı şehveti, aynı acıyı duyarlar.
-
Sıcak bir yel, yakın bahçelerden aldığı güzel kokuları bana kadar ulaştırıyordu. Toprak kokuyor, deniz gülüyordu; gökyüzü mavi ve çelik gibi parlaktı.
-
Küçük çocukken kuyuya düşme tehlikesi geçirmiştim. Büyüyünce de ‘sonsuzluk’ kelimesinin içine düşme tehlikesiyle karşılaştım ve birkaç başka sözcüğün içine daha: Aşk, umut, anayurt ve Tanrı.
-
Kaygılar dağıldı, namuslu sıkıntılar yol aldı, ruh doruğa erişti. Lola, linyit, hava yolu, ‘sonsuzluk’, küçük büyük kaygılar, hepsi mavi bir duman oldu, dağıldılar; yalnız kurşundan bir kuş, şakıyan insan ruhu kaldı.
-
Gün, yontulmamış elmas gibi parlıyordu. Biz yükseldikçe ruhumuz da yükseliyor, temizleniyordu. Daha yükseklere çıktıkça ruhlarımızın daha da temizlendiğini ve yüceldiğini anlıyordum.
-
Ruhun da bir canlı olduğu düşünülebilirdi; akciğerleri ve burun delikleri olan bir canlı; tozdan ve havasızlıktan boğulmuş, oksijene gereksinimi olan bir canlı.
-
“Yumuşak, yalın bir düşünce, insan yapısına en uygun dinsel coşkuya erişebilir burada” diye düşündüm. Ne keskin bir doruk, ne duygusal bir tembellik ovası, ruhun insanca tadını kaybetmeden yükselmesi için ne gerekiyorsa, ne kadar gerekiyorsa o kadar…
-
Buraya ancak, eski Yunanistan’ın güzel bir tapınağı ile sevimli bir Müslüman tekkesi yakışırdı: Tanrı buraya bayağı bir insan kıyafetiyle iner, bahar çimenlerinin üzerinde yalınayak yürür ve sakin sakin insanlarla konuşurdu.
-
Tutku bana egemen olamamıştır. Yurdum için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum, kurtuldum.
-
Ne zamana kadar yaşayacağımı; toprağın, havanın, sessizliğin bu tadını, çiçek açmış portakal ağaçlarının kokusunu daha ne kadar duyabileceğimi düşünüyordum.
-
Kuru döşeklerimize uzandık. Kalaslar kavak kokuyordu. Açık duran pencereden ilkbahar yeli, kokularla yüklü giriyordu. Bahçeden ara sıra, birbirini izleyen soluklar gibi, yas dolu ezgiler gelmekteydi.
-
Manastırın çevresinde bütün orman yavaş yavaş bülbüle kesti. Islak dallardan şarkı, sadece aşk ve tutku halinde yükseliyor, onunla birlikte insanın göğsü de oynuyor, ağlıyor, kabarıyor, taşıyordu.
-
Çiçeklerin biçimleri, renklerini etkiler; renkleri de türlerini. Bu yüzden her çiçek, yapısında, özellikle de ruhunda değişik bir etki gücüne sahiptir. Bunun için, çiçekli bir ovada yürürken çok dikkat etmemiz gerekir.
-
Gerçek etkisi olan her düşüncenin gerçek bir özü vardır. Tensiz bir hayal gibi havada dolanmaz. Gerçek bir vücuda sahiptir: gözleri, ağzı, karnı. Erkek ya da kadınlar, erkek ya da kadınları kovalar… Bunun için İncil’de şöyle der: Söz tene dönüşmüştür.
-
Ruh, ayrılıp gidiyor ama bir deniz kabuğu kadar karmaşık ve yavaş yavaş oluşan bir büyük konut bırakıyordu.
-
Artık çok gürültülü, dinsiz kentlerde karşılaşılan büyük katedraller, böyle boşalmış kabuklardır, diye düşünüyordum; yağmurların ve güneşin aşındırdığı, yalnız iskeletleri kalmış tarih öncesi canavarlar.
-
Tanrı’yı her maskenin arkasında ayırt edebilene ne mutlu! O, bazen bir bardak serin sudur, bazen dizlerimizde oynayan bir oğul, bazen çapkın bir kadın, bazen de küçük bir sabah gezintisi.
-
Şu saçmalar yumurtlayan kalemi ele alacak zamanım yok. Böylece de dünya, kâğıt farelerinin ellerine kaldı; sırları yaşayanların vakti yok, vakti olanlar ise sırları yaşamıyorlar. Anladın mı?
-
“Nereme dokunsan inlerim,” dedi. “Yaralarla doluyum. Bana ne diye oturmuş, kadınlardan dem vuruyorsun? Ben, sahici erkek olduğumu anlayınca, dönüp onlara bakmıyordum bile.”
-
Sen beni dinle; vatan var oldukça insan canavar kalacaktır, evcilleşmez canavar… Ama, şükür Tanrı’ya, kurtuldum, geçti. Ya sen?
-
İlerledim, baştan aşağı yeniden süslenmiş toprak üzerinde birkaç adım attım. Dünyanın oluşundan beri yinelenen bu mucizeye doyamıyordum.
-
Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avara et ve git. Tanrı, baş şeytandan çok, yarım şeytandan iğrenir!
-
“Yıldızların yer değiştirdiğini görmek mi istiyorsun, onlarla birlikte dönmen gerek…” Marcus Aurelius’un bu sözü bir uyum içinde yüreğime doldu.
-
Eğer içimizde gençlik, neşe, mucize inancı canlanmayacak ve kart bir koket yirmi yaşında olmayacaksa, İsa’nın yeniden dirilişinin ne değeri olabilirdi?
-
Daha bol ve daha lezzetli yemekler yiyorum ve bunların hepsi gübre olmuyor; bir şeyler kalıyor, bir şeyler kurtulup keyif, hora, şarkı ve kavgacık oluyor. Ben bu bir şeylere ‘canlanma’ diyorum işte.
-
İki küçük martı, karınlarını dalgacıklara dayayıp denizin iniş çıkışlarına uyarak sallanmaya başlanmıştı. Karınlarının beyazlık ve tazeliğine hayran hayran bakıyordum. Onlara baktıkça şöyle düşünmekteydim: Yol budur; büyük uyumu bulmak ve güvenle izlemek.
-
Bir zaman konuşmadan yiyip içtik. Rüzgâr bize uzaktan arı vızıltısı gibi, hastalıklı lir sesleri getiriyordu. İsa damlarda hala diriliyor, Paskalya kuzuları ile Paskalya simitleri, biçim değiştirerek hala sevdalı maniler halini alıyordu.
-
Deniz, kadın, şarap ve bol iş! Nereye olsa burunüstü düşmelisin! İşe, şaraba, aşka burunüstü düş ve ne tanrıdan ne de şeytandan kork! Delikanlı bu demektir…
-
Tanrı da tıpkı benim gibi eğleniyor, öldürüyor, haksızlık yapıyor, seviyor, çalışıyor, tutulması olanaksız kuşları kovalıyor.
-
Uzandım, gözlerimi kapadım. Denizin, ninni söyler gibi yavaş yavaş soluduğunu duyuyor, üzerinde bir martı gibi inip kalkıyordum. Böyle tatlı bir ninniyi dinleye dinleye uykuya daldım.
-
İnsan bu demektir diye düşünüyordum: Acı duyduğu zaman, gerçek iri gözyaşları döken, sevinirken de sevincini, ince, metafizik eleklerden geçirerek onu boşuna harcamayan, sıcakkanlı ve sağlam kemikli insan!
-
Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.
-
Yorgundum, uzandım; aklım yine yeryüzünde tur atmaya başladı; anılar uyandı, acılar geldi, aklım, yine uzak düşüncelere yelken açtı ve yine gelip Zorba’nın üstüne kondu.
-
Gece tatlı ve ıslaktı. Yaban menekşeleri kokularını yaymıştı. Biraz sonra, karanlıkta Zorba’nın yorgun gibi, yavaşça ilerlediğini fark ettim. Ara sıra duruyor, yıldızlara bakıyor, çevreyi dinliyor, sonra yine yola koyuluyordu.
- Hava, limon çiçeği ve hanımeli kokuyordu; birden portakal ağaçlarının arasında, şırıldayan berrak bir su gibi, bülbülün şakıması başladı. Karanlıkta ötüyor, ötüyor, insanın soluğunu kesiyordu.
- Bembeyaz bir deniz köpüklü dalgalar, demirden yapılmış yüzen kaleler raks ediyor, bandıralar direklerde dalgalanıyor, ızgarada pişirilen barbunlar kokuyor, buzlu meyveler yontma kristallerin içinde geliyor ve şampanyanın tapası demir tavana kadar fırlıyor.
-
Bu hüzünlü salınışların tekdüzeliği içinde yavaş yavaş, başları dönüyor, çok eski acılarla zehirleniyor, kalplerinin kabuğu kırılıp içinden ağıt çıkıyordu.
- Bir parça toprak, acıkan, gülen ve sarılan bir parça toprak. Ağlayan bir top çamur… Peki ya şimdi? Hangi şeytan bizi dünyaya getiriyor ve hangi şeytan alıyor böyle?
- Sıcak, nemli bir rüzgar esiyor, deniz azıyordu; lirci yayını kaldırdı; sesi, sıcak gecenin içinde neşeli ve şakıyan bir tonla yayılıyordu: Hey güneşim, nasıl da acele ettin gidip batmak için!
- Köyün dar sokakları içinde sessizce ilerliyorduk. Kapkaranlık evler siyaha dönüyor, ara sıra bir köpek havlıyor, bir öküz iç çekiyordu. Rüzgarın esişiyle, bazı bazı lirin çıngırak sesleri, şakrak sular gibi neşeli ve fışkırırcasına, bize kadar gelmekteydi.
-
Uyku, sanki tehlike anında bize, kaçma anlamında bir şey olarak görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk.
- Dağdan, kıvrık kuyruklu, çok gizli canavar gibi korkunç bir burç göründü; ara sıra bundan bir yıldız kopup düşüyordu.
-
İnsanın erişebileceği en yüksek şeyin ne düşünce ne erdem ne iyilik ne de zafer olduğunu içimde duyuyordum. Ama bu daha yüce, daha kahramanca ve daha umutsuzca bir şeydi: Kutsal korku.
- Biz, dev gibi bir ağacın, ufacık yaprağı üzerindeki küçük kurtçuklarız Zorba. Bu küçücük yaprak bizim yeryuvarlağımızdır; ötekiler de gecenin içinde salladıklarını gördüğün yıldızlar. Biz küçücük yaprağımızın üstünde sürünüyor ve onu hırsla araştırıyoruz.
- Bize güzel ya da kötü kokuyor. Tadına bakıyoruz: Yenilebilir buluyoruz. Vuruyoruz, sanki canlı bir şeymiş gibi çığlık atıyor. En korkusuz olan insanlar yaprağın ucuna kadar varıyorlar; bu uçtan gözlerimizle kulaklarımıza açık olduğu halde kaosa eğiliyoruz.
- Ürperiyoruz. Altımızdaki korkunç uçurumu görüyor, dev ağacın öteki yapraklarının çıkardığı gürültüyü uzaktan uzağa duyuyor, özsuyun köklerinden yükselip kalbimizi kabarttığını kavrıyoruz.
-
Böyle uçuruma eğilmiş bir halde de, bütün bedenimiz ve ruhumuzla, korkunun içimizi kapladığını anlıyoruz. O andan sonra artık her şey başlar.
- Bazılarının başı dönüp sayıklar, bazıları korkup yüreklerini sağlamlaştıracak bir karşılık bulmak için çırpınır ve buna Tanrı derler, bazılarıysa yaprağın kenarından uçuruma sakin sakin, korkusuzca şöyle der: ‘Hoşuma gidiyor!
- Uzaktan, Afrika’dan sıcak bir lodos esiyor, sebzeleri, meyveleri ve Girit’in göğüslerini kabartıyordu. Onun alnıma, dudaklarıma ve boynuma dökülüşünü duyuyordum, beynim bir meyveymiş gibi gıcırdıyor, büyüyordu.
- İlk zaman göğsümüzün en karanlık köşelerinde olan şey, şimdi açıkça, örtüsüz bir biçimde önümde oluşmaktaydı. Deniz kıyısında büzülmüş, mucizeyi izliyordum.
- Yıldızlar soluklaştı, gökyüzü ışınlandı; ışığın üstünde ince bir kalemle dağlar, ağaçlar, martılar çizilmeye başladı. Sabah oluyordu.
- Zeytin ağaçlarındaki ağustosböcekleri havayı testereliyor, kızgın ışığın içinde parlak böcekler vızıldıyordu. Denizin buğusu tütmekteydi.
-
Hangisi doğru? Ölümsüz oluşumuz mu, yoksa o kısacık yaşamımız boyunca ölümsüz birtakım şeylerin buyruğunda kalışımız mı?
- Büyük bir bağlılıkla hanımının ayak biçimini hala koruyordu; bu hınzır terlik, insan ruhlarından daha acılı olup, o sevgili ve çok çekmiş ayağı hala unutamamıştı.
- Her acı, yüreğimi ikiye böler patron,” dedi. “Ama o kırk yaralı yürek hemen kaynar ve yara görünmez; kaynamış yaralarla doluyum ben; onun için dayanıyorum.”
- Artık dünküleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni.
- Bil ki, gerçek kadın, erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır…
- Bir de, bütün evrenin hayatını yaşamayı amaç edinenler var; her şey, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar; hepimiz bir bütünüz; biz hepimiz aynı korkunç savaşın içindekileriz. Hangi savaş mı? Maddeyi ruha dönüştürme savaşı..!
-
Dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!
- Kadeh tokuşturup içtik. Olağanüstü, tavşan kanı gibi siyah, seçme bir şaraptı bu; insan bunu içince toprağın kanını içmiş gibi canavarlaşıyordu. İnsanın damarlarından güç, yüreğinden de iyilik taşıyor, alçaksa kahraman, kahramansa canavar oluyordu.
- Dünya hafiflemeye başlıyor, deniz gülüyor, toprak, gemi güvertesi gibi sallanıyordu. İki martı, çakılların üzerinde yürüyor, sanki insan gibi konuşuyorlardı.
- Hafiften gün ağarırken kalktım, kıyıdan kıyıdan köye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım; kalbim uçuyordu. Bu kadar sevinci hayatımda pek seyrek tatmışımdır. Bu sevinç değil, yüksek, saçma ve hak edilmemiş bir keyifti.
- İnsan; görünmez, sonsuz kuvveti olan bir düşmanın -buna bazıları Tanrı, bazıları da şeytan der- bizi yıkmak için saldırdığını, fakat bizim ayakta durduğumuzu sanır.
- Güneş dağdan burnunu çıkarmamıştı daha. Mavi, yeşil, pembe ve sedef renkli ışıklar, gökle deniz karışımı içinde oynaşıyor, ötede zeytin ağaçları arasında, küçük bülbül yavruları uyanarak pırpırlanıyordu.
- Bu ıssız deniz kıyısına veda etmek, onu kafama işlemek, kaçarken yanımda götürmek için kıyıdan kıyıdan gidiyordum.
- Kusursuz içgüdüsü ve o ilkel kartal bakışıyla bu adam, sağlam ve kısa yollardan kestirme gidiyor, çabanın doruğuna -çabasızlığıyla- yorulmadan, kolayca varıyordu.
-
Mutluluk, borcunu yerine getirmektir; borç ne kadar güç olursa, mutluluk da o kadar büyük olur.
- Zavallı insan, ruhunun çevresine, yüksek ve aşılmaz bir çit örmüş, içinde günübirlik vücut ve ruh hayatçığına düzen ve güvenlik sağlamaya çalıştığı küçük bir harman yapmıştır.
- Bütün bunlar, bizim huzursuzluğumuzun çocuklarıdır ve uykuda simgenin en parlak süsüne bürünürler. onları biz kendimiz yaratırız; bizi bulmak için uzaktan hareket etmezler; bunlar, sonsuz, güçlü, karanlık bölgelerden bize gelen bakışlar değildir.
-
Ruhumuz alıcı değil, vericidir; onun için korkmamalıyız.
- Bitkindim. Taşların vücudumdaki yerleri sızlıyordu; fakat hepsinin üstünde bir ruh avuntusu duyuyordum: Çiti atlamış olan korkunç düşman, ruhumun ikinci korunaklı hattında durmuştu.
- Yaz göğsü yıldızlarla doluydu. Gece tepemizde kıvılcımlar saçıyordu. İçerideyse, yüreğimiz ulumak istiyor, ama kendini tutuyordu.
- İçimden, ‘İnsanın ruhu katı bronzdan, çelikten olmalıydı, havadan değil!’ diye bağırıyordum.
- Issızlık… Yüksek, aşılmaz bir kumsal… Pembe, mavi, sarı rüzgar titriyor. Şakalar boşandı, ruh çılgın bir ses çıkarıyor ve hiçbir sesin yanıt vermeyişine seviniyor.
- Bizim, fethetmek için yıllarca, büyük yorgunluklar harcadığımız manevi doruklara o, yaratıcı birkaç sözle ulaşıyordu ve biz diyorduk ki; Zorba büyük bir ruhtur.
- Ölüm, bazen hayatımızın içine, baş döndüren bir koku gibi akar; hele ıssız bir yerde olup, ay ışığı ve derin bir sessizlik varken, insanın vücudu yine yıkanmış, hafifçecikken ve ruhun karşısına aşırı engeller çıkmazken, yani uykuda.
- O vakit, bir an için hayatla ölüm arasındaki yarım duvarlar saydamlaşır, insan onun arkasında, toprakların altında neler olduğunu görür.